“Yapmaya giden yol, olmaktan geçer.”[1]
Lao Tse
Türkiye’de son günlerde ve aylarda işlenen kadın cinayetleri ve akabinde gösterilen haklı tepkilere binaen, toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlama iddiasıyla öne sürülen sözleşmesel yahut yasaya dayalı yöntemlerin çözüm sağlamaya ne denli elverişli olduğunu irdelemek maksadındayım. İşlenen kadın cinayetlerinin ya da kadına karşı şiddetin mi arttığı, yoksa artık geleneksel medya olarak adlandırabileceğimiz gazete ya da televizyonun kullanımı azaldığı için, hepimizin mecburen(!) girdiği sosyal medya yüzünden bu olayları daha mı kolay görüyor olmamız ayrı bir tartışma konusu olabilir. Ayrıca bu yazıda gündemde sıkça yer edinen İstanbul Sözleşmesi’ni ve bu sözleşmenin ne gibi kazanımlar teşkil edeceğini ele almanın da oldukça önemli olduğunu düşünüyorum. Hâlihazırda desteklenen mücadele yöntemlerinin olumlu yanlarını tenzih etmekle birlikte, işlevsel olmayan yanlarını eleştireceğimi ve esas olarak önceliğimin yöntem sorununu ortaya koymak olduğunu belirtmek isterim. İrdeleyeceğimiz konuların kapsamına ilişkin verilen bu kısa bilgiler yeterlidir, çalışmanın anlaşılır ve sistematik olması için alt başlıklar açarak ilerlemeyi uygun buluyorum. Önce ana konumuz olan “toplumsal cinsiyet eşitliği” kavramına değinelim.
Toplumsal Cinsiyet Eşitliği
“İnsan hakları alanında önemli bir konu olarak toplumsal cinsiyet eşitliği, erkeklerle kadınların kamusal ve özel yaşamın tüm alanlarına eşit ölçüde yetkinleştirilmiş şekilde eşit katılımları anlamına gelir.”[2] Toplumsal cinsiyet eşitliği kavramına ilişkin yapılan bu tanım, yapılacak çalışmalar için her ne kadar genel bir çerçeve oluşturmak için gerekliyse de, kavramın okuyan tarafından özümsenmesi için yeterli olmayacaktır. Zirâ bizler için önem arz eden, kavrama sadece anlamı üzerinden değer atfetmek değil; deneyimlediğimiz sorunlar ışığında, söz konusu eşitliği sağlamak için başvurulan yöntemsel sorunları ortaya koymaktır.
“Ne var ki çoğu zaman üzerinde durulan, yaşanan hayattaki değer problemleri değil, sadece kavramlardır.”[3]
Toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamaya yönelik yürütülen kitlesel mücadelelerin doğuşu, birkaç yüzyıl öncesine tekabül etmekte. Kadınların erkeklerle eşit haklara sahip olmak maksadıyla başlattığı bu mücadeleyle birlikte Dünya genelinde çeşitli kazanımlar elde edilmiştir. Örneğin yirminci yüzyılda SSCB öncülüğünde birçok ülkede kadın hakları nihayet anayasal hak niteliğini kazanmıştır ve Türkiye’de de özel hukukta kadın-erkek eşitliği, cumhuriyetin ilk yıllarında çıkarılan Medeni Kanun’la, seçme ve seçilme hakkı ise 1934’teki Anayasa değişikliğiyle güvence altına alınmıştır. Nihayet söyleyebiliriz ki; kadın-erkek eşitliğini sağlamak için bugüne dek birçok yasal düzenleme yapılmış ve bu düzenlemeler uluslararası sözleşmelerle korunmuştur. Ancak bugünlerde tanıklık ediyoruz ki yapılan bunca hukuki düzenlemeye rağmen kadına karşı şiddet ve ayrımcılık, çözülmesi gereken en önemli sorunlardan biri olma vasfını hâlâ taşıyor. Son günlerde gündemde yer edinen İstanbul Sözleşmesi de, kadına karşı şiddet ve ayrımcılığa son vermek maksadıyla ele alınan, uluslararası sözleşme niteliğindeki hukuki düzenlemelerden biridir. İstanbul Sözleşmesi, Türkiye’nin de taraf olduğu bir sözleşme olmakla birlikte, sözleşmedeki yükümlülüklerin gerektiği gibi yerine getirilmediği iddia edildiği için yaşanan çoğu şiddet ve ayrımcılık olayında tekrardan gündeme geliyor. Peki bu sözleşmenin esas mahiyeti nedir?
İstanbul Sözleşmesi’nin Genel Çerçevesi
İstanbul Sözleşmesi, kadın-erkek eşitliğini sağlamak maksadını taşıyan ve sözleşmeye taraf olan devletleri bu maksada uygun davranmak suretiyle yükümlü kılan uluslararası bir sözleşmedir. Uluslararası sözleşmelerin bağlayıcılığı, sözleşmenin mahiyetine göre belirlenir. Bu mahiyeti temel hak ve hürriyetlere ilişkin olanlar ile temel hak ve hürriyetlere ilişkin olmayanlar şeklinde belirleyebiliriz. Anayasa’nın 90.maddesinde belirtildiği üzere[4], temel hak ve hürriyetlere ilişkin olan sözleşme hükümleri, kanunlarla uyuşmadığı takdirde sözleşme hükümleri esas alınır. Ancak belirtilmeli ki bu bir öncelik meselesi olmayıp, yasa çatışması bulunduğu takdirde gündeme gelecektir. “Yasa çatışması (kanunlar ihtilafı) kurallarının işlevi, uyuşmazlığın çözüme bağlanması için, işin özüne uygulanacak “maddi” hukuk kuralının belirlenmesini sağlamaktır.”[5] Bu açıklamalara dayanarak İstanbul Sözleşmesi’nin temel hak ve hürriyetlere ilişkin hükümler içermesi sebebiyle kanunlarla uyuşmadığı hâllerde sözleşme hükümlerinin esas alınması gerektiğini söyleyebiliriz. Ancak iddia edildiği üzere sözleşme kapsamındaki yükümlülüklerin Türkiye’de gerektiği gibi yerine getirilmemesi, bir yasa çatışması sorunu olmayıp somut anlamda yargısal kararlara ilişkin bir sorundur. Somut anlamda deyimiyle vurgulamak istediğim, sözleşmenin taraflara yüklediği genel yükümlülüklerden daha ziyade yargısal kararlara bir tepki olarak sözleşme yükümlülüklerinin yerine getirilmediği iddia edilmekte olup, gösterilen tepkinin yönü kanımca hatalıdır. Zirâ caydırıcı cezalar her ne kadar kadına şiddet karşısında uygun bir cezalandırma yöntemi olsa da, kadına şiddet uygulayan failin ceza hesaplaması yaparak suç işlediğini düşünmediğim için bu yolda gösterilen tepkinin sözleşmenin 6.maddesinde ele alınan hüküm çerçevesinde olması daha samimi bir tepki olacaktır. Kısa bir örnekle; A’nın, eşi olan B’ye karşı şiddet uygulama meyili, ‘yalnızca’ yargının bu duruma kayıtsız kalacağı düşüncesiyle değil, küçüklükten itibaren öğrendiği değer yargılarıyla oluşmaktadır. Mühim olan, kişilerin doğumdan itibaren doğru değer yargılarıyla donatılarak kadın-erkek eşitliğinin ve toplumsal rollerin bilincinde bir birey olarak yetiştirilmesidir. Zirâ sözleşmedeki en önemli maddelerden biri olan 6.maddede geçen “etkili politikalar” deyiminden çıkarmamız gereken anlam da budur.
Madde 6 uyarınca; “Taraf devletler, Sözleşme hükümlerinin uygulanmasında ve etkilerinin değerlendirilmesinde kadınların güçlendirilmesine yönelik etkili politikalar geliştirmeyi ve uygulamayı taahhüt ederler.”
İnsan, doğası gereği kısa vadede bir çözüm görmek isteyebilir ve kanundaki cezaların daha caydırıcı hâle getirilmesi –ki mevcut hâliyle cezaların diğer birçok sosyal devlete göre caydırıcı olduğu ortadadır, vicdani bir rahatlama yaşatabilecek olsa da kadın-erkek eşitliğinin sağlanması için daha gerçekçi ve geleceğe dönük çözümlere ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Çünkü sözleşme maksadına uygun davranmak ile kişilerce tepki gösterildiği üzere, faile “iyi hâl” ve “haksız tâhrik” gibi ceza indirimlerinin uygulanması hususu alakasızdır. Sözleşmede ele alınan bir diğer konu olan kültür, töre, din, gelenek veya sözde “namus” gibi kavramların şiddete gerekçe olarak kullanılması hususu, belki yargısal kararlara ilişkin bir başka çalışmada irdelenebilir. Ancak burada altını çizmek istediğim husus, kadına karşı şiddetin önlenmesi için failin nasıl cezalandırılması gerektiği değil, gerçekçi ve mantıksal bir çözüm yolu olarak, toplumsal cinsiyet eşitliği konusundaki zihniyetin nasıl olumlu bir yönde değiştirilebileceğidir. Bu da kuşkusuz etkin eğitim politikalarıyla mümkündür. İstanbul Sözleşmesi’nin önem arz eden birçok hükmü bir yana dursun, bizim asli sorunumuz eğitimdir ve failler iyi hâl yahut haksız tahrik indirimini düşündüğü için değil, kadın üzerinde tahakküm kurabileceğini düşündüğü için şiddete başvurmaktadır. Bahsettiğimiz eğitimin bu bağlamda iki yönü vardır. Bunları ele alalım.
Eğitimde Kadın-Erkek Eşitliği
Eğitimde kadın-erkek eşitliğinin, taşradaki yerleşimlerin giderek gelişmesi ve teknolojinin yayılmasıyla birlikte günden güne sağlandığını söyleyebiliriz. Kadınların eğitimde erkeklerle eşit fırsatlara sahip olması, ekonomik bağımsızlıklarının yanı sıra düşünsel bir özgürlük alanı bulmaları açısından da önem arz etmekte. Bu konuda toplumun çoğu kesiminin duyarlılık kazandığını da söyleyebiliriz; bu yüzden bizim için daha önemli bir unsur olan eğitimin içeriğine değinmekte fayda görüyorum.
Eğitimde Nitelik Sorunu
Toplumsal cinsiyet eşitliği de dahil olmak üzere birçok insani değerin bilincine varmak, ancak nitelikli eğitimle mümkün olabilir. Esasında bu konunun önemi bütün çevrelerce çoğu zaman vurgulandığı hâlde herhangi bir ilerleme de katedilmiş değildir. Kadın hakları mücadelesi veren STK’ler, feminist oluşumlar ve meclisler, çoğu zaman duygusal tepkilerle eleştirel gayretlerini yanlış yolda harcamaktadır. İstanbul Sözleşmesi’nin ‘yalnızca’ yargısal alanda olumlu edimde[6] bulunulması suretiyle kazanım getireceğini düşünmek kolaya kaçmaktan başka bir şey değildir. Diğer yandan demokratik eylemler başta olmak üzere sosyal medya ve reklam yoluyla kadına karşı şiddetin kınanması, toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması için değil, kitlelerin moral tazelemesi amacıyla yapılmakta. Elbette tepki gösterilmelidir fakat bu tepkinin gösterilmesi bizzat amaç olmamalıdır. Aksi takdirde bu eylemler geçici reaksiyondan öte bir anlam taşımayacaktır.
Olan budur fakat olması gereken nedir?
Sosyal medya gibi güçlü kitle iletişim araçlarına sahip olan bizler; bu araçları, üstümüze düşeni yapmamaktan müteşekkil vicdanımızı yaralayan olaylara karşı tepkisel bir araç mekanizması hâline getirmemeliyiz. Gösterilen tepkinin bilhassa amacı, değişim ve dönüşüme ön ayak sağlamak olmalıdır. Yeni neslin daha sağlıklı ve özgür zihinlere sahip olması, doğumdan başlayarak gençlik çağına dek verilecek değer ve etik dersleriyle mümkün olabilir. Bu dersler de, tabii ki alanında yetkin pedagog ve eğitimciler tarafından verilmelidir. Şiddet olaylarına karşı verilecek cezaların artırımı, caydırıcı kolluk uygulamaları (örneğin, beyana karşılık gözaltı uygulaması), uluslararası kontrol mekanizmalarının işlevsel hâle gelmesi gibi yöntemler elbette kısa vadede çözüm sağlayabilir fakat daha ziyade belirtmek istediğim, düşünsel anlamda ilerleme katedilmeden atılan bu adımların kalıcı çözümler sağlamayacağıdır. Örneğin; Resmi Gazete’de yayımlanan bir kanunla birlikte, kadına karşı şiddet olaylarında iyi hâl ve haksız tâhrik indiriminin uygulamadan kaldırılması sonucunda bu gelişmeden haberdar olmayacak yahut bu gelişmeyi umursamayacak şiddete meyilli birçok insan, davranışlarını gözden geçirerek zihinsel yetkinliğe ulaşamayacağı için şiddet olaylarında fark yaratan bir azalma görülmeyecektir. Burada kısa vadede çözüm sağlayacak atılımları desteklemediğimiz gibi bir anlam çıkmamalıysa da yazının başında alıntıladığımız Lao Tse’ye ait olan söz, asıl olarak neyi savunduğumuzun özeti niteliğindedir. Toplumsal cinsiyet eşitliği, ne erkeği dışlayarak ne de onu korkutarak sağlanabilir; çözüm, hayatın her alanına eğitimsel aktivitelerle nüfuz etmek ve bu yolla sağlıklı zihinler yaratmaktır. Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki; başta STK’ler olmak üzere kadın hakları mücadelesi veren birçok oluşumun karşısına alması–yahut eleştiride bulunması- gerekenler, eğitim tekelini yani bir nevi insan yetiştiren fabrikaları elinde bulunduranlardır.
“Dünyadaki kötülük neredeyse her zaman cehaletten gelir ve iyi niyet eğer aydınlanmamışsa kötülük kadar zarar verebilir. ”
Albert Camus
[1] Asıl kaynağından değil, Erich Fromm’un “Sahip olmak ya da olmak” adlı eserinden alıntılanmıştır.
[2] Pusulacılık (Çocuklar için insan hakları eğitimi kılavuzu), İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2010
[3] İoanna Kuçuradi, İnsan ve Değerleri, Yankı Yayınları, 1971
[4] “…Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.”
[5] Rona Aybay, Uluslararası Sözleşmelerin Türk Hukukundaki Yeri, TBB Dergisi, Sayı 70, 2007
[6] Yaygın Kullanımıyla Pozitif Ayrımcılık
İncelemenizi Bırakın